KöZ Komünist Manifesto’nun «Çağdaş devletin hükümeti, tüm burjuvazinin ortak işlerini yürüten bir komiteden başka bir şey değildir» saptamasını kabul eder. Bu itibarla kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu koşullarda hiçbir hükümetin tüm burjuvazinin ortak işlerini yürütmektenbaşka bir önceliği benimseyebileceği konusunda hayal kurmayız. KöZ’ün arkasındaki komünistler bu tür hülyaların yayılmasına karşı mücadele etmeyi de ödev kabul eder.
Dolayısıyla mevcut hükümetten ve/veya «burjuvazinin ortak işlerini yürütmek üzere» nöbeti devralacak olası bir yeni hükümetten herhangi bir beklentimiz olmaz. Bunlara öneri sunmayız ve burjuvazinin ortak çıkarlarına tekabül edenlerden başka öneri yahut taleplere yanıt vermesini beklemeyiz. Böyle beklentileri olanlarla aramızı ayırıp ayrım çizgilerimizi kalın kalın çizmeye özen gösteririz. Bu ayrımın devrimcilerle reformistler bir başka deyişle «burjuva sosyalistleri» arasındaki temel ayrıma işaret ettiğini unutmayız.
Dünyada egemen burjuva düzeninin sınıflı toplumların sonuncusu olduğunu kabul ederiz ve sermayenin egemenliğinin damgasını taşıyan bu sonuncu sınıflı toplumu yine «sermayenin özel ve temel ürünü olan» proletaryanın yani ücretli köleliğe mahkum olan emekçilerin son vereceğini kabul ederiz. Zira aynı zamanda «Köleci Roma’da proleterler toplumun sırtından geçinirken bugünkü toplumun yani burjuva toplumunun proletaryanın sırtından geçindiğini» biliriz. Bu nedenledir ki sınıflı toplumlardan sonuncusu ve insanın insana kölelik ettiği son ve en gelişmiş sınıflı toplum biçimi olan burjuva toplumuna ancak o toplumun tüm asalaklarıyla birlikte ayakta kalıp sürmesini sağlayan proletaryanın son vereceğini benimseyip savunuruz. Proletaryanın ücretli köleliğe son vermek üzere bu eyleminin aynı zamanda kendi varlığına da son vermek olduğunu unutmayız. Proletaryanın kurtuluşunun ücretli köleliğe son verilmesiyle gerçekleşebileceğini kabul ederiz.
Ücretli köleliğe son verilmesinin emeğin kafa/kol, kadın/erkek, kır/kent vb. arasında bölünmesine son verebilmenin koşulu olduğunu da biliriz. Bu nedenle ancak bu toplumsal işbölümünün sona ermesiyle sınıfsız sömürüsüz sınıfsız bir topluma, yani komünizme ulaşılabileceğini savunuruz. Böyle olduğu için «proletaryanın kurtuluşu aynı zamanda insanlığın kurtuluşudur» saptamasını benimseriz. Bununla yetinmeyiz ve sınıflı topluma son verilmesinin proletaryanın egemen sınıf olarak örgütleneceği bir geçiş döneminin ardından gerçekleşebileceğini kabul eder ve savunuruz.
Bu geçiş dönemine tekabül edecek olan siyasal biçimin proletarya diktatörlüğünden başka bir şey olamayacağını benimser ve savunuruz. Proletarya diktatörlüğünün önce 1871 Paris Komünü ile daha sonra ve en gelişmiş haliyle Rusya’da 1917’de kurulan İşçi-Köylü-Asker Sovyetlerinin yasama ve yürütme kuvvetlerini tek elde birleştirerek bütün siyasi iktidarı elinde toplamasıyla somutlandığını kabul ederiz.
Böylelikle sınıfların ve sınıf mücadelesinin varlığını kabul etmekle kalmayıp bu sınıf mücadelesinin proletarya diktatörlüğüne varmak zorunda olduğunu vurgularız. Sınıfsız toplumun ilk evresine varmak üzere bu geçiş döneminden geçme zorunluluğunu kabul edenleri ve sadece bunları marksist olarak kabul ederiz ve komünist sıfatını ancak bu saptamaları eksiksiz ve kayıtsız kabul edenlerin hak edeceğini savunuruz.
«İşçi sınıfının (yahut proletaryanın) kurtuluşu kendi eseri olacaktır» saptamasını benimseyip savunurken kastedilenin esasen sömürücü bir sınıfın hakim sınıf olduğu son sınıflı toplum olan burjuva toplumu ile sınıfsız toplumun alt evresi olan ve genellikle «sosyalizm» diye tarif edilen kerteye ulaşıncaya kadar proletaryanın hakim sınıf olarak örgütleneceği geçiş dönemini işaret etmek gerektiğini savunuruz.
«Proletaryanın kurtuluşu kendi eseri olacaktır» saptamasını proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenip geçiş döneminin sonuna kadar yasama ve yürütme kuvvetlerini elinde toplaması gerektiği ve bu iktidarı önce Paris Komünü örneğinde sonra İşçi Köylü ve Asker Sovyetleri örneğinde olduğu gibi kendi elinde toplayarak kullanması gerektiğini, Mustafa Suphi zamanında kabul edilen TKP programının «İşçi Köylü Şuralarına dayanan cumhuriyet» hedefinin de aynı stratejik hedefi ifade ettiğini kabul ederiz.
Bununla birlikte kapitalist toplumdan sınıfsız topluma geçiş dönemine siyasal bir biçim proletarya diktatörlüğünün tekabül edeceğini kabul ve ilan etmekle yetinemeyiz. Zira bu geçiş döneminin ne zaman ve nasıl açılacağını söylemeden sadece bu perspektifi benimseyip savunmanın geçiş döneminin açılması için zorunlu asıl tarihsel eylem hakkında bir şey söylememiş olmak anlamına geldiğini unutmayız.
Çünkü bu geçiş döneminin açılması ve proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenebilmesi için evvela burjuva toplumunun bekçisi olan ve en demokratik halinde dahi burjuva diktatörlüğünden başka bir şey olmayan devleti ve siyasi iktidarı ele geçirmekle kalmayıp, eski devlet aygıtını bütün kurumlarıyla parçalamak gerektiğini unutmayız. Bunu vurgulamanın vazgeçilmez bir ödevimiz olduğunun altını çizeriz.
Marksizmi ve komünizmi buraya kadar benimseyip savunanlarla aramızdaki ayrım çizgisi proletaryanın bu tarihsel eyleminin başlayabilmesi yani geçiş döneminin açılması için zorunlu olan devrim kertesi ile geçiş döneminin kendisini ayırdetmekle çizilmeye başlar. Bu çizgi aynı zamanda proletaryanın kendiliğinden eylemine tapınanlarla proleter devrimcilerin ayrım çizgisidir. Bu çizgi «proletaryanın kurtuluşu kendi eseri olacaktır» doğru saptamasını burjuva diktatörlüğünün yıkılmasına uygulayarak geçiş döneminin açılışını da proletaryanın kendiliğinden eylemine havale edenlerle ayrımlarımızın çizildiği çizgidir.
Bize göre burjuvazinin diktatörlüğünün yıkmadan yıkılmayacağını bilmek yetmez. Bunu yıkmak için kendini işçi sınıfının kitlesi de dahil kendini kitlelerden ayırdeden ve militanlarını «profesyonel devrimcilerle» yahut Komünistler Birliği tüzüğündeki ifadeyle «Komünist/devrimci faaliyette uzmanlaşmış/meslek edinmiş» devrimcilerle sınırlı tutmaya özen gösteren, bundan taviz vermeyen Bolşeviklerinki gibi bir partinin planlı ve bağımsız eylemine gerek vardır. Bu bağımsız eylemi her türden konspiratif devrimci örgütten ayırdeden özellik ise burjuvazinin diktatörlüğünü temsil eden siyasal iktidarın yıkılıp parçalanmasıyla birlikte «bütün iktidar işçi köylü şuralarının elindedir» deme iradesidir. Bu iradeyi temsil eden bir komünist partisi mevcut değildir.
KöZ’ün iddiası da bu partinin yerini tutmak, öyle olmadığı halde öyle davranmak değil, bu eksikliğe işaret edip bu partinin kurulması için aynı ilke ve esasları benimseyen komünistlerin bu hedef doğrusunda birleşmesine öncülük etmektir.
Burjuva diktatörlüğünün yıkılması ve siyasal iktidarın işçi köylü şuralarının eline geçmesini sağlamak için olduğu gibi sınıfsız toplumun ilk evresine (sosyalizm evresine) kadar proletarya diktatörlüğünün egemenliğini ve asli özelliklerini koruması şarttır. Yani «sönmeye yüz tutmuş devlet», «devlet olmayan devlet» vb. diye de tarif edilen, yıkılması için bir başka devrime hacet olmayan son devlet özelliklerini koruyarak var olması şarttır.
Bu geçiş sürecinin esas güvencesi de burjuva diktatörlüğünün yıkılması ve siyasal iktidarın işçi köylü sovyetlerinin elinde toplanması için olmazsa olmaz koşul hangisiyse odur: yani devrimci komünist partinin varlığını, ayırt edici özelliklerini kaybetmeksizin korumasına bağlıdır. Proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesi için olmazsa olmaz koşul hangisiyse geçiş döneminin sona erip sınıfsız toplumun ilk evresine geçişin sağlanmasının koşulu da aynısıdır.
Bu itibarla (biz sorunuzda formüle ettiğiniz gibi ifade ediyor olmasak da) KöZ’ün arkasında duran komünistler «ezilenlerin emekçilerin insanca yaşam yolunu açacak güçlü bir odak» derken Komünist Enternasyonal’e katılmak için gerekli 21 koşulu sağlayan bir komünist partisini kastetmektedir.
KöZ’ün çağrısı «demokrasi, emek ve özgürlük güçlerine» değil, böyle bir partinin kuruluş kongresini toplamak üzere sorumluluk alma iradesini ortaya koyan, Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresinde benimsenen tez ve kararlarla şartlara uymayı kabul eden ve kendi aralarındaki tartışmaları bu referansların mihengine vurarak yürütüp bağlamaya razı olan komünistlere yöneliktir.
Çünkü KöZ işçilerin birliğinden önce ve bunu sağlayabilmek için bile komünistlerin parti birliğinin sağlanmasının öncelikli ödev olduğunu savunur. Türkiyeli komünistleri Komünist Enternasyonal tarafından tasvip ve tasdik edilen Mustafa Suphi zamanında kurulan TKP’nin İlke ve Esaslarını benimseyerek birleşmeye çağırır.
KöZ’ün çağrısını öncelikle komünistlere yöneltiyor olması, gündelik siyasal mücadelenin dışında kalacağı ve emekçi/ezilen yığınların gündelik sorunlara ilişkin tutum ve görüş geliştirmekten imtina edeceği anlamına gelmez. «Ezilen milyonlarca insanın çözüm gücü olarak göreceği» odak olarak komünist partinin yerini tutma iddiasını öne sürmeksizin KöZ, bu hedefi usanmadan işaret etmeye devam ederken, emekçilerin ve ezilenlerin çıkarlarını savunma iddiasını taşıyan bütün akım ve çevrelere, siyasal yahut kitle örgütlerine bayrakları karıştırmadan ve «ayrı dur birlikte vur», «eylemde birlik ajitasyon propagandada serbestlik» esas ve düsturlarına uygun olarak çağrılar yöneltmekten ve bu türden çağrılara icabet etmekten hiçbir zaman geri kalmamıştır.
Stratejik hedefimiz olarak komünist partinin kurulmasını benimserken gündelik ve kısmi talepler doğrultusundaki mücadelelerden uzak durmak bizim benimseyeceğimiz bir yol değildir. Aksine bu kısmi ve gündelik çıkarlar doğrultusundaki mücadeleler içinde yer alarak «kısmi sorunlarda bütünsel çıkarları, ulusal sorunlarda enternasyonal ödevleri öne çıkarmak» komünistleri diğer akımlardan ayırdetmesi gereken esasların başında gelir; bunun için de bu mücadelelerin içinde yer almak şarttır.
Bu bakış açısıyla KöZ’ün arkasında duran komünistler olarak çok uzun süredir yaşanılan her siyasi dönemeci, her fırsatı, her 8 Mart, Newroz ve 1 Mayıs’ı, seçimleri, ezilenlerin birleşik mücadelesini yükseltebilecek bir kaldıraç olarak kullanmak gerektiğini öne çıkarmıştır.
Örneğin 2014’e gelindiğinde bu gereklilik daha da önem kazandı, çünkü AKP’nin istepnesi olan CHP’nin emekçi kitlelere bir umut olarak sunulması ve muhtelif sol akımların da bu rüzgarın ardına takılması emekçilerin kendi bağımsız mücadelesini geliştirmesini engelleyen ve giderek büyüyen bir sorun haline geldi. AKP’yi onun istepnesi ile geriletme beklentisi ve burjuva muhalefetinin belirlediği çizgiler içinde ona yedeklenerek siyaset yapma zaafı bugün solun geneline egemendir. Biz parlamenter hayaller yayarak Erdoğan’ı sandıkta yenmeyi değil, hükümeti ancak emekçi ve ezilenlerin bağımsız mücadelesi ile devrimci yollarla göndermenin mümkün olduğunu savunduk savunuruz.
2014 yerel seçimleri ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri döneminde «AKP’ye geçit CHP’ye yol verme» derken de, 2018 24 Haziran seçimleri öncesinde «Sol Blok» çağrısı yaparken de muradımız buydu. Bundan tam bir sene önce 2019 Martı’nda İmamoğlu’na oy isteyen Türkiye soluna bağımsız siyasi bir hat örmeyi önerip; seçimleri kullanarak ezilenlerin emekçilerin mücadelesini yükseltecek bir seçim platformu çağrısı yapmıştık. Bu çağrımız karşılık bulmamıştı. «Nefes alacağız, Erdoğan’ı gerileteceğiz» bahanesiyle «faşizme kaybettirme» kisvesi altında «eski ülkücü» İmamoğlu ve benzerlerinin yanısıra MHP artığı İP de desteklenmiştir. Ezilenlerin emekçilerin çıkarlarını savunma iddiasında olan örgütler bu süreç boyunca sesini çıkarmamış, Kürtlerin yanısıra kendilerinin adını da anmaya tahammülü olmayan İmamoğlu’na, Mansur Yavaş’a açıktan veya mahçup şekilde destek vermişlerdir. KöZ kendini bunların hepsinden ayırd etmeye özen gösteren bir taktik tutum benimsemiştir.
KöZ’ün arkasında duran komünistler bu akıntıya kapılmayarak burjuva seçeneklerin dışında ve sosyal belediyecilik ajitasyonunun ötesinde açıkça hükümet karşıtı bir çizgi benimsemiştir. Bu doğrultuda ajitasyon ve propaganda faaliyetlerinde ezilenlerin, emekçilerin, Kürtlerin sesini yükseltmeye çalışan, kayyumlara karşı birleşmeyi öneren bir faaliyet yürütmüşlerdir.
Bunu yaparken de aynı taktik tutumu benimseyenlere çağrı yapmaktan geri durmayıp bu çerçevede buluştuğumuz akım ve çevrelerle ortak hareket etmekten geri kalmadık; bir başımıza kaldığımızda dahi bu çağrıyı yükseltmeye devam ederek öne sürdüklerimizin arkasında durmaktan vaz geçmedik. Bugün yapılabilecek –veyahut yapılamayan- eylem birliklerini de bu bakış açısıyla sürdürmeyi ödevlerimiz arasında görürüz.
Eylem birliği oluşturmak, emekçilerin bağımsız hattını örmek ve bununla siyasete doğrudan müdahale etmek için önemli bir fırsatın ardından hemen diğerinin karşımıza çıktığı ancak her birinin kaçırıldığı son on yılda solun geldiği nokta ortadadır.
Dahası şimdilerde solun emekçilere «evde kalın» demeyi uygun gördüğü, sözümona «sorumlu davranma» gerekçesiyle kendi toplantılarını ve kitlesel etkinlikleri iptal etmekle övündüğü, kendine devlet ve hükümetten tedbirler alması için taleplerde bulunmaktan öte bir görev biçemediği bir noktadayız. Bu tutumlar elbette korkudan yahut konfor düşkünlüğünden kaynaklanan tutumlar değildir. Bu tutumların sebebi ile son on yıldır eylem birliğinin kurulamama sebepleri aynıdır. Varılan nokta birliği burjuva muhalefeti ile ittifak ilişkisi arayanların programatik görüşlerinden kaynaklanmaktadır.
Eylem birliği kurulması elbette gerekli hatta elzemdir. Ama bu sınıf düşmanlarının bir başka kesimiyle üstelik onların şartlarını kabul ederek değil emekçilerin ve ezilenlerin saflarında olan güçler arasında bir eylem birliği olmalıdır. Emekçiler arasında parlamenter yanılsamalar yaratmayı bir kenara bırakıp onların bağımsız mücadele hattını örmekle, bunu kitlesel bir seferberliğe dönüştürmekle sağlanacak bir eylem birliği/ittifak olmalıdır. Bunun dışında kalan tüm eylem birlikleri yöneltilen soruda da belirttiğiniz üzere düzen içi, emekçilerin derdine derman olmayan sözde çözümler etrafında oluşan kadük birlikler olarak kalacaktır.
Burjuva muhalefeti ile arasındaki ayrımı net biçimde çeken, emekçilerin bağımsız mücadele hattını örecek bir eylem birliği gerçekleştiği takdirde ise bunda yer almak KöZ’ün arkasında duran komünistler için şüphesiz bir gerekliliktir. Yine böyle bir eylem birlikteliğinin sağlanması için çaba sarf etmeyi de görev biliriz.
. «Sosyal mesafelenme», «gönüllü karantina», «evde kal» gibi tecrit tedbirlerinin tılsımına inananlar emekçi yığınların kendisinden çok onlar adına konuşma iddiasında olan sol hareketin muhtelif bileşenleri olmuştur. Zira emekçiler ne kadar endişeli olurlarsa olsunlar, kendilerine salık verilen önlemleri almalarının pratik olarak mümkün olmadığının yaşamak için çalışmak çalışmak ve işe gidip gelmek için bir arada kalmak zorunda olduklarının bilincindedirler. Tecrit yönündeki bu çağrıların tümünün kendilerine değil, evde kalma imkanı/ayrıcalığı olan bir azınlığa yapıldığını biliyorlar. Milyonlarca işçi işlerini bırakamayacaklarının, evden çalışamayacaklarının, çalışmasalar evlerine ekmek götüremeyeceklerinin farkında. Kaldı ki kendilerini bu şekilde gözden çıkarmaya hazır hükümete de oldukça öfkeliler. Burjuvazinin basın yayın organlarında peşpeşe sıralanan söylem ve çağrıların etkisiyle sokaklardan çekilmeyi isteyen veyahut çekilmeye imkanı olanlar emekçiler değildir. Ama emekçilere sömürülürken olduğu gibi sömürüye karşı mücadele ederken de bir arada olmak zorunda olduklarını göstermek ise devrimcilik iddiasında olanların ödevidir.
Bu bakış açısıyla KöZ’ün arkasında duran komünistler «evde kal» çağrılarını ilk reddedenlerden oldu. Ezilenlerin emekçilerin fabrikalarda, şantiyelerde, marketlerde, atölyelerde olduğu, açlık ve işsizlikle bir salgın karşısında seçim yapmaya zorlandığı bir dönemde «komünistler evde kalamaz, komünistlerin emekçilerin çıkarları dışında çıkarı yoktur» fikrini çalışmak zorunda olanlara taşımak için sokağa çıkmaya halk pazarlarına toplu taşıma araçlarının duraklarına çıkmaktan vaz geçmedik.
Biz kendini devrimci olarak gören tüm akımların da böyle bir tutum sergilemesi gerektiğini düşünüyor, devrimci kaygıları olan tüm güçlerin de faaliyetlerini eylemli bir biçimde yükselterek hükümetin karşısına dikilmesi gerektiğini düşünüyoruz.
Devrimciler toplantılarını, etkinliklerini, siyasi faaliyetlerini askıya alarak, bunları belirsiz bir tarihe erteleyerek «öncülük» iddiasıyla üstlendikleri sorumluluklardan kaçamazlar. Faaliyetlerini devletin denetimi altındaki mecralara taşıyarak sürdürmeye razı olamazlar. «Sosyal mesafe»yi koruma şansı hiç olmadan ücretli kölelik yapanların kitlesel silahlarından biri olan Newroz’u iptal edip balkonlarda kutlama yapılmasını telkin edemezler. Tam tersine bizi eve kapatıp yalnızlaştırmaya çalışanlara, emekçileri topun ağzına sürüp milyonlarca insanın hayatıyla oynayan iktidara karşı siyasi faaliyetlerine ve kitlesel eylemlere katılmaya devam ederek, toplantılarını ve etkinliklerini iptal etmeden mücadele etmelidirler.
Bugün asıl önemli olan devrimcilerin kendilerini salgından en iyi koruduklarını göstermek değildir. Burjuva toplumunun koşullarında bir felaket ve katliam mahiyeti kazanan virüs salgınında asıl tehlikenin virüsün kendisinden değil sağlık organizasyonunu karlılık ve tasarruf esasına göre kurup işleten sermaye düzeni olduğunu ve buna karşı nasıl mücadele edileceğini göstermektir. Bunun için bir risk almak gerekiyorsa elbette bu riski almakta en ön safta olması gerekenler de devrimcilik iddiasını taşıyanlar olsa gerektir.
Devrimciler toplantılarını, etkinliklerini, siyasi faaliyetlerini askıya alarak, bunları belirsiz bir tarihe erteleyerek ya da zaten devletin denetimi altındaki mecralara taşıyarak kendilerini korumayı başarsalar da «sosyal mesafe»yi koruma şansı hiç olmadan ücretli kölelik yapanların kendilerini korumasına herhangi bir katkıda bulunmuş olamazlar. Buna karşılık emekçi ve ezilen yığınların en kitlesel ve etkili silahlarından silahlarından olan Newroz eylemlerini ve başka kitlesel seferberliklerini iptal edip balkonlarda kutlama yapılmasını telkin etmekle emekçileri ve ezilenleri Corona virüsünden koruma görüntüsü altında burjuva diktatörlüğünün ve patronların saldırı ve sömürüsüne teslim etmiş olurlar. Zira emekçilerin bu saldırılara karşı örgütlü ve kitlesel eylemlerinden başka silahı yoktur. Sağlıksız iuş koşullarında asgari tedbirler alınmadan inşaatlarda çalıştırılan bilmem kaçıncı katta hiçbir korunması olmadan türkü söyleyerek cam silen, grizu ve göçük tehlikesi altında madene inmekten vaz geçemeyen virüs bulaşığının en yoğun olduğu çöpleri toplamaya devam etmek zorunda kalan nice emekçi kesimleri sağlık sektöründekiler gibi ve en az onlar kadar tehlike altındadır. Bu şartlarda bir yandan evde kal şarkıları söyleyip bir yandan zorunlu işleri yaptırmak için topluca işe sevkedilen emekçileri virüsle korkutmak olsa olsa sınıf düşmanının işi olabilir. Herşeyden çok işini kaybetmekten korkan ve bu tehlikenin virüsle beraber artmakta olduğunu farkeden emekçileri virüsle korkutup daha fazla sömürme arayışı içinde olan sınıf düşmanının ve onun skunduğu kırıntılarla beslenen asalakların işi olabilir. Bu düşmana karşı emekçileri seferber etmek üzere ölümü dahi göze alarak mücadele etme ödevini omuzlamış devrimcilerin değil.
Devrimciler emekçilerin sağlık tedbirleri olmadan ölüm tehlikesi ile yüzyüze çalıştırılıp sömürüldüklerini göstermek üzere «evde kal bir araya gelme» telkinlerine itiraz edenlerin başında olmalıdır. Her vesileyle emekçileri topun ağzına sürüp milyonlarca insanın hayatıyla oynayan iktidara karşı siyasi faaliyetlerine ve kitlesel eylemlere devam ederek mücadele etmeye devam etmelidirler.
Bu bakış açısıyla KöZ’ün arkasında duran komünistler olarak «evde kal» çağrılarını ilk reddedenlerden olduk. Ezilenlerin emekçilerin fabrikalarda, şantiyelerde, marketlerde, atölyelerde olduğu, açlık ve işsizlikle bir salgın karşısında seçim yapmaya zorlandığı bir dönemde «komünistler evde kalamaz, komünistlerin emekçilerin çıkarları dışında çıkarı yoktur» dedik. Biz kendini devrimci olarak gören tüm akımların da böyle bir tutum sergilemesi gerektiğini düşünüyor, devrimci kaygıları olan tüm güçlerin de faaliyetli eylemli bir biçimde hükümetin karşısına dikilmesi gerektiğini düşünüyoruz.
Dolayısıyla bizler tüm bu gerçekleri siyasal faaliyetimizde ifade etmekle birlikte politik pratik faaliyetimize ‘«yeni düzen» yahut «yeni koşullar» diye bir sınırlama getirmedik.
Salgın öncesi «Seçimleri Beklemeyeceğiz» başlıklı bir kampanya başlatmıştık. Bu kampanya siyasi mücadelenin seçimlere ertelenmemesi gerektiğini, hükümetin parlamenter yöntemlerle değil devrimle gidebileceğini anlatan, emekçiler arasında devrimci bir propaganda yapılmasını hedefleyen bir kampanyaydı. Biz bu faaliyetimize salgın sebebi ile ara vermedik, temposunu düşürmedik, sosyal medyanın kullanımını organik bir faaliyete alternatifmiş gibi göstermedik.
Bilakis salgına karşı güya alınan önlemlerin emekçiler için ne anlama geldiğini de ajitasyonumuza ekleyerek sokakta olmaya devam ederek, tersane, fabrika, atölye önlerinde, metrobüs duraklarında, pazarlarda «Asalakları Koruyup Emekçileri Ezen Gönüllü Karantinayı Yıkalım!» başlıklı özel sayımızla emekçileri-ezilenleri hükümete karşı somut ve örgütlü mücadeleye davet ettik. Sosyal medyadan mücadele çağrıları yapan fakat çağrı yaptıkları kesimler ile aralarına «sosyal bir mesafe» koyanların sorumsuzluğunun aksine somut ve organik bir siyasal çalışmanın sorumluluğunu üstlendik. Evlerinde kalma şansı olmayanlara, salgın, açlık, işsizlik ve ölüm arasında tercih yapmaya zorlanan emekçilere bu beladan kurtulmak için önce Cumhur İttifakı’ndan kurtulmak gerektiğini yüz yüze bir çalışmayla anlatmaya çalıştık, çalışıyoruz.
Herkesin kendi OHAL’ini uygulması gerektiğini salık veren, iktidarından kaygılanıp paralel devletten işkillendiğini söyleyen bakanlara, «gönüllü karantina» tavsiye eden şimdi bir de devletin boşaltılan kasalarını ikmal etmek için utanmadan «7 aylık maaşını» bağışlayarak kampanya başlatmakla böbürlenen Erdoğan’a karşı bırakalım 7 aylık maaşını 7 yevmiyesini bile bağışlamakta zorlanacak olanlara mücadele çağrımızı onların arasında yanında durarak yapıyoruz.
20. yüzyılın başında yapılan, içinde yaşanılan çağın «emperyalizm çağı» olduğu tespiti sadece kapitalizmin bir üst aşamasına değil, aynı zamanda emperyalizmin «çürüyen kapitalizm» olduğuna da işaret etmek için yapılmıştır. Kapitalist üretim ilişkileri en yüksek aşamaya ulaşmıştır ve bu aşamada daha fazla gelişme olasılığının da sonuna varmış çürümeye başlamıştır.
Yani kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden inşa edilmesi mümkün olmadığı gibi bu çürümenin ve bilhassa siyasi gericilikle ayakta kalmaya gayret etmesi söz konusudur. Daha önce emperyalist paylaşım savaşları bunlardan birincisini takiben patlak verip savaştan daha büyük insan kayıplarına yol açan «İspanyol gribi» salgını bu durumun apaçık alametlerindendir.
Daha da önemlisi bu felaketli gelişmeleri takip eden faşizm belası ve ikinci ve ilkinden daha büyük insan kayıplarına ve başka felaketlere yol açan ikinci emperyalist paylaşım savaşı çürüyen kapitalizm saptamasının doğruluğunu ve emperyalizm aşamasında son durağına gelmiş olan kapitalist üretim ilişkilerinin kendini yenileme kabiliyetinin olmadığının daha büyük ve çarpıcı kanıtı olmuştur.
Ne var ki bugün kapitalist üretim ilişkilerinin ve sermaye egemenliğinin tüm dünyada hüküm sürüyor olması bu üretim ilişkilerinin kendini yenileme kabiliyeti kazandığının bir ifadesi değildir. Bilakis bir başka temel niteliğini ortaya koyar: kapitalist üretim ilişkileri egemen olmaları için olduğu gibi sürekliliğini sağlamak için de en demokratik kisvesi altında bile bir burjuva diktatörlüğü olan devlete muhtaçtır. Çürüyen kapitalizm şartlarında devletin varlığını sürdürmesi siyasi gericiliğin katmerleşmesinden başka bir çıkış yoluna sahip değildir.
Bu bakımdan ikinci emperyalist paylaşım savaşından beri tüm gelişmeler emperyalizm aşamasında kapitalizmin yirminci yüzyılın başında tarif edilen özelliklerini koruduğundan başka bir şeye delalet etmez.
Tek tek örnek arama gayretkeşliğine girişmeksizin geride bıraktığımız yirminci yüzyılın bütün büyük ve küçük gelişmelerinin bu gerçeği tekrar tekrar doğrulamış olduğunu söylemekle yetinebiliriz.
Nitekim bugün bütün dünyanın gündemine outran COVID-19 salgını bir bütün halinde emperyalist sistemin, onun hüküm sürmesinin aracı olan burjuva devletlerinin ve tüm kurumlarının iflasını tereddüte yer bırakmaksızın gözler önüne sermektedir. Bununla birlikte, bu durum yeni değildir. Bugün ne dünyada ne de Türkiye’de yaşanmakta olan kriz salgından kaynaklı değildir. Salgın bu krizi görünür kılan bir etmen olmuştur.
Hatta tersinden söylemek gerekirse Corona salgını zaten kriz içinde debelenen burjuva hükümetlere içinde bulundukları krizi açıklayabilmek için bir «günah keçisi», burjuva toplumunun bekasını sağlamak için de güncel tabirle ifade edecek olursak «Allah’ın bir lütfu» olarak kullanabilecekleri bir imkan tanımıştır.
KöZ’ün arkasında duran komünistler olarak yıllardır döne döne vurguladığımız Türkiye’deki siyasi kriz ise dün olduğu gibi bugün de kendini bütün çıplaklığı ile göstermektedir. Corona salgını ile birlikte dünyanın başka yerlerinde de egemen sınıfın artık eskisi gibi yönetemediği belirgin bir biçimde kendini göstermiştir. Bugünün dünden tek farkı, varolan bu krizin bugün bu salgın ve salgın karşısında alınan baskı ve kısıtlama tedbirleriyle daha da derinleşmekte olduğudur.
Türkiye’de yaşanılan sarsıcı rejim krizi ise her siyasal gelişme ile büyümektedir. Türkiye Cumhuriyetini yönetenler bu konuda ne yapacağını bilemez haldedir. Attıkları hiçbir adımı tutarlı ve kararlı bir biçimde atamayan, hatta başka ülkelerde başka devletlerin aldığı tedbirleri alma konusunda bile tereddütle, el yordamıyla hareket eden bir haldedirler. Her halükarda «bahis konusu vatan ise gerisi teferruattır» sakızını çiğnemeye devam ederek hükümete destek vermeye hazır olduğunu bildiren pısırık ve ürkek muhalefetten bile Corona salgınından daha fazla ürkmektedirler.
Sıklıkla hakkında «kurumsallaşan bir faşizm» tespiti yapılan, kadir-i mutlak bir diktatörün yönettiği iddia edilen bu devlet bu salgın karşısında en basit tedbirleri dahi alamaz, OHAL’i uygulayamaz haldedir. Bir yandan bir «tek adam diktatörlüğünden» veya bir faşit diktatörlükten söz edenler bu hükümete destek olmaktan çekinmeyeceklerini alınan baskı ve kısıtlama tedbirlerine uyup destek vereceklerini ilan etmektedirler. Milyonlarca emekçi için, ezilen Kürt halkı ve bir bütün olarak tüm ezilenler ve devrimciler için malum sonuçlarını düşünmeden etkin bir OHAL ilan edilmesini, sokağa çıkma yasağı uygulanmasını vb. talep etmektedirler.
Emekçilerin insanca yaşamasının yolunu açmak için kritik ve tayin edici adım siyasal iktidar meselesinin ortaya konması ve öne çıkarılmasıdır. Bu sınıflı toplumların sonuncusunu yeryüzünden süpürmek için zorunlu olan son kavgadır sonuna kadar sürdürülmek zorundadır.
Açıktır ki devleti yönetenler asli görevleri içinde olması gereken işlerin yapılması için bile yurttaşlarını göreve çağırmaktadırlar. Bu krizi yönetemediklerinin ve yönetemeyeceklerinin en çarpıcı ifadesidir. Bu koşullarda siyasi iktidarı ele alma iradesini ortaya koymak yerine hükümete tavsiye ve önerilerde bulunmak hükümetin emrinde onun koyduğu kural ve koşullara itaat ederek çalışmaya onun yapamadıklarını onun emrinde onun yerine yapmaya amade olmaktır. Nitekim Cumhur ittifakının istepnesi olan Millet İttifakı bunu yapmaktadır.
Emekçilerin ve ezilenlerin çıkarlarını savunma iddiasında olanların ise bu istepne muhalefete kuyrukçuluk etmeyi red edip «Cumhur İttifakına itaat etme, Millet İttifakına Yol verme!» şiarıyla iktidarın emekçilerin ve ezilenlerin eline geçmesi için son kavgaya girişmekten ve bunu tamama erdirmekten başka çıkış yolu olmadığını öne çıkarması gerekir.
Emekçilerin sağlıklı bir şekilde yaşayabilmeleri için herkesin kendi tedbirini kendisinin alması, hatta vergi ve harçları har vurup harman savuran hükümetin açığını kapatmak için bir de bağış kampanyalarına katkı sunması istenmektedir.
Bu şartlarda emekçilerin tedbir ve insaf dilenmek yerine, iktidara talip olduklarını haykırmalarını teşvik etmek şarttır. Buna önderlik edecek partinin salgına karşı alınan/önerilen tedbirlerden, hatta ekmekten ve sudan daha elzem ve acil bir ihtiyaç olduğu öne çıkarılmalıdır.
Elbette bu mevcut düzen içerisinde mümkün olmadığı gibi yığınların öfkeyle isyan etmesiyle de sağlanacak değildir. Bunun koşulu siyasal iktidarın devrimci yollarla alaşağı edilip emekçilerin ve ezilenlerin eline geçmesidir.
Bu eyleme öncülük ve önderlik edecek bir devrimci parti ihtiyacı en açık biçimde böyle gösterilebilir. Esasen bundan daha etkin bir halk sağlığı tedbiri yoktur.
Çünkü kitleler halinde insanların ölümüne neden olan Corona Virüsü değil bu salgınla elindeki muazzam imkanlara rağmen baş edemeyen ve emekçileri kendi tedbirlerini kendilerinin almasına razı etmekten başka çare bulamayan yönetenlerdir. Yönetemediklerinin en açık kanıtı da budur. Bu şartlarda devrimcilerin görevi burjuva toplumunda işçi sınıfının uğradığı haksızlıkları telafi etmek değildir, bu haksızları yaratan düzenin alaşağı edilmesine öncülük ve önderlik etmektir. Açıktır ki bunun gereği herkesten önce eve kapanmak ve herkese bunu tavsiye etmek olamaz.
KöZ’ün arkasında duran komünistler asıl tedbirin iktidarın alaşağı edilmesi ve yerini istepnesine bırakmasının önlenmesi olduğunu vurgulamaktan usanmayacaktır.
KöZ yayın hayatına başladığından bu yana ısrarla asıl ve öncelikli ödevimizin bunun için zorunlu olan devrimci komünist partinin inşası olduğunu öne çıkardı. Bunun için çabalarımızı arttırarak sürdüreceğiz.
Emekçilerin ezilenlerin çıkarlarını savunma iddiasını taşıyanları, Bolşevizmin ve Komünist Enternasyonal’in devrimci mirasına, Mustafa Suphi TKP’sinin İlke ve Esaslarına bağlı olduklarını sadakatlerini beyan eden komünistleri bu sorumluluğu paylaşmak üzere birleşmeye çağırmaya devam edeceğiz. Bu birliğin zeminini sağlam tutmak ve genişletmek için gayretlerimizi arttırarak sürdüreceğiz.
Asalakları
Koruyup Emekçileri Ezen Gönüllü Karantinayı Kıralım!
Devrim için devrimci parti, parti için komünistlerin birliği!