Küresel ölçekte gelişen korona salgını nedeniyle kaleme alınan bir çok metinde de görüldüğü gibi herkesin ortaklaştığı ana nokta; yaşadığımız sürecin kapitalizm içinde keskin bir krize sebebiyet verdiği ve bu kriz anlarının kapitalizmin en vahşi özelliklerini açığa çıkardığı zamanlar
olduğudur. Salgının üretim ilişkileri açısından sadece demografik yönden okunması, ekonomik alanın esas alınarak zamanında alınması gereken tedbirlerin ötelenmesi, salgının bir ölçüde tıkanan neo liberalizmden kopuşun anahtarı olarak görülmesi, bölgesel ve ticari savaşların varolan tıkanıklığı aşamadığı durumda salgının kapitalizmin yaşadığı hastalığın (krizin) bir nevi panzehiri olarak değerlendirilmesi ve yeni sürece yönelik planlamanın bu algı üzerinden kurulması emperyalist kapitalizme içkin yukarıda belirtmiş olduğumuz tespiti doğrular niteliktedir.
Meseleyi salgın ve Türkiye solu üzerinden okuduğumuzda ise, yukarıdaki haklı tespitin Türkiye Solu açısından başka bir gerçekliğe tekabül ettiğini görmekteyiz. İster küresel ister yerel özgünlüğü içinde olsun bütün kriz momentleri Türkiye solunun en geri yönlerini ve hareket şekillerini açığa çıkarmaktadır. Son yaşadığımız ve git gide derinleşecek kriz momenti Türkiye solu açısından bu durumu doğrular karakterdedir. Özetle; Türkiye solu açısından yaşanan durağanlığın sadece bu sürece yönelik olmadığı, yaşadığımız her kriz momentinde kendini açığa çıkardığıdır. Kobani Serhıldanı, silahlı kent savaşına yönelen öz yönetim pratikleri, OHAL uygulamaları, seçim krizleri, Suriye denklemi içinde gelişen Afrin-Rojava ve İdlip hamleleri ve bu süreçler sonunda oluşan kriz anları Türkiye solunun mevcut kriz anlarında sistemle uzlaşan siyasal karakterini görmemiz açısından önemli uğraklardır.
Salgın üzerinden gelişen kriz günleri de Türkiye solunun mevcut kriz denklemini devletli bir normalleşme üzerinden karşıladığını ve bu kavrayışa göre konumlandığını hepimize gösterdi. Bilindiği gibi AKP/RTE iktidarı uluslararası veya yerel düzlemde yaşadığı her krizde, “beka” söylemine yüklenerek oluşturduğu rıza üretimi üzerinden kendi meşruiyet zeminini yaratmaktadır. Yaşadığımız bu son süreçte, iktidarın “virüs küresel mücadele ulusal” söylemi üzerinden geliştirmiş olduğu kampanyalar ile rıza üretimine yönelmesi önemli bir noktada durmaktadır. Bu söylemin kendisi taktiksel olarak iktidarın kendi siyasal karakteriyle doğrusal zeminde örtüşmektedir. Bu noktada asıl mesele Türkiye solunun bu bayatlamış beka taktiğine karşı ne geliştirdiği sorusudur. “Maske-eldiven-yardım paketleri” üzerinden gelişen “dayanışmacı” algıya sıkışmış, evde kal söylemini içselleştiren bir yerden “orta sınıf” reflekslerine bürünmüş bir Türkiye solu bırakın belirtmiş olduğumuz rıza üretimini kırmayı, bu pratikleriyle onu gün be gün tekrar ürettiği su götürmez bir gerçek. Mesele her kriz denkleminde defaatle vurguladığımız kendi içine bürünmüş bu sıkışmışlık hali devrim lehine nasıl parçalanacak. Bu noktada; siyasal konumlanmaların hiçleştirildiği kof bir dayanışmacılık yerine iktidarı hedef alan “kurucu bir yıkıcılık” ve orta sınıf konformizminden kurtulmuş “proleter karakterli kollektif aksiyonun” kendisi Türkiye Devrimci Hareketi içine düştüğü sıkışık ve bürünmüş hali çözebilir. Bu bağlamda sorun bir halk sağlığı sorunu olmanın ötesinde, sistemin yaşadığı büyük kriz nedeniyle oluşacak elverişli fay kırıklarına devrim lehine nasıl müdehale edileceği meselesidir. Reformistler ile devrimciler arasındaki en rijit ayrım işte tam da bu noktada kendini göstermektedir.
Bir diğer önemli tartışma ise kapitalizmin sonu mu geldi sorusu üzerinden şekillenmektedir. Başka bir ifadeyle devrimin objektif koşulları bu virüs nedeniyle mi aktif hale geldi? Düne kadar bu objektif koşullar mevcut değil miydi? Ya da niyet okuyan bir yerden devam edecek olursak devrim kendiliğindenci bir yıkılış ile mi bizle buluşacak? Türkiye solunun yukarıda tarifini sunmuş olduğumuz büyük bölüğü bu sorunun sihrine kendini kaptırmış durumda. Bu denli bir kriz momentinde dahi “mahalle dayanışma ağı” nın dışına çıkamayan bir siyasal aklın kendiliğindenci bir senaryoya hapsolması gayet doğal. Kapitalizmin devrim lehine kendiliğinden bir çözülüşe girmeyeceği kendisinin verili kriz tarihselliği incelendiğinde görülecektir. Bu bağlamda asıl problem onun nasıl çözüleceği değil onun hangi araçlarla nasıl yıkılacağı noktasında belirginleşmektedir. Yazının içinde belirtmiş olduğumuz “kurucu yıkıcılık” kendisini tam da bu noktada açığa çıkarmaktadır. Bir bakıma bu tartışmanın kendisi sınıf indirgemeci reformist kendiliğindenciliğe karşı Leninci Marksizmin doğuş ve kopuş noktası olarak da okunabilir.
Virüsün yayılış karakteri nedeniyle salgının devam ettiği süreçte pratik politikada çok da karşılığı görünmese de, salgın süreci bittiğinde onun hemen ertesinde hem siyasal hem de ekonomik anlamda büyük bir kriz momentinin biz devrimcileri beklediği aşikar. Bu bağlamda devrimci öncünün görevi, emekçilere karşı açık savaş süreci olarak okunacak salgın dönemi boyunca oluşan hoşnutsuzlukların yığılmasıyla kopma seviyesine gelen fay/kriz hattına iktidarı hedef alan ihtilalci bir tarzda müdehale edip etmeyeceği noktasında kendini açığa çıkaracaktır. Bu noktada mücadelenin seyri açısından önemli olan; yaşanan salgın sürecinde sistemin proletaryaya açıktan savaş ilan ettiğini metinleştirmek değil, savaşı pratik politika sahnesinde de kabul ederek, bu savaşı karşılayacak askeri politik örgüt ve mücadele hattını somutlaştırmaktır.
AKP/RTE iktidarını bu güne kadar ayakta tutan en önemli nedenlerden biri; var olan krizleri kendi lehine parçalayacak siyasal hatların (proletarya/burjuvazi) güçsüzlüğü üzerinden tarif edilebilir. Yazının önemli bir bölümünde belirtmiş olduğumuz ve salgın süreci sonrası yaşanması kuvvetle muhtemel olan büyük kriz denklemi (yönetsel-ekonomik), devrim aleyhine durağan seyirde takip eden hareketsiz tabloyu tersine çevirmek için devrimcilere önemli imkanlar sunmaktadır.
Kobane momenti sonrası Türkiye Devrimci Hareketi’nde gelişen kopuş süreci ve bu süreci takip eden birleşik devrimci savaş hattının inşası; metnin bütünselliği içinde yoğunluklu bir şekilde teşhir ettiğimiz Türkiye solunun, devleti cepheden karşısına alamayan uzlaşmacı çoğunluğundan devrim lehine kopuşun örgütsel tezahürüdür. Teorik anlamda örgüt ve mücadele anlayışı (askeri politik örgüt ve mücadele anlayışı/birleşik devrimci savaş-birleşik devrimci merkez) ekseninde yaşanan bu atılımın kendisi ancak ve ancak pratik politika sahnesinde somutlandığı taktirde devrim lehine bir kopuşun bütünselliğinden bahsedebiliriz. Rojava hattı ve Bakur Kürdistan’nda yüksek bir mücadele birikimine ulaşan bileşik mücadele hattının, Türkiye devriminin belirleyeni olacak batı metropollerinde henüz istenilen yoğunluğa erişemediği hepimizin malumu. Birleşik mücadele zemininde belirtmiş olduğumuz kopuşun Türkiye devrimi için belli bir bütünsellik arz etmesi için yönelim ve yoğunlaşmasını batı metropollerine çevirmesi ve bu sahada hareketli karşılıklar araması/bulması/çoğaltması yaşadığımız sürecin devrim lehine seyrini belirleyecek en can alıcı nokta. Pandemi süreci içinde batı metropollerinde yoğunlaşan sınıfsal karakterli öfke birikimi ve pandemi sürecinin hemen akabinde bizi karşılayacak olan kriz (yönetsel-ekonomik) denklemi bu sahanın toplumsal bir kırılmaya gebe olduğunun göstergesi. Bu bağlamda önümüzdeki mücadele sürecinin ana belirleyeni; birleşik devrimci savaş hattının “öfke-kriz” birlikteliği içinde tarif ettiğimiz batı metropollerinde yaşanacak toplumsal kırılmayı devrimci bir krize çevirip çeviremeyeceği noktasında toplanmaktadır.
Önümüzdeki sürecin gelişimi açısından bir diğer önemli konu da ; zor ve hegemonyanın kuruluşu meselesinde kendisini açığa çıkarmaktadır. Bu bağlamda pandemi sonrası oluşacak yeni süreç, zor ve hegemonyanın birbirine içkin örgütlendiği ve kurulduğu bir süreç olmalıdır. Sadece zorun örgütlenip ideolojik hegemonya alanının açık bırakıldığı bir mücadele hattının yeni süreci karşılayamayacağı aşikardır. Aksi taktirde bu alanın kendisi yazının içinde çokça tarifini sunduğumuz Tr solunun reformist bölüğünün kontrolü altına girecektir. Dolayısıyla yeni sürecin birleşik devrimci savaş hattı yönünden en önemli özelliklerinden biri de ideolojik hegemonya mücadelesinde kendini gösterecektir.
Devrim lehine büyük bir kapışmanın yaşanacağı salgın sonrası sürecin sınıfsal karakterini doğru bir zeminde etüd etmek zorundayız. Salgın süreci boyunca; işçi sınıfı ve emekçi yoksul halkların çalışma ve yaşam alanlarında biriken öfkenin yoğunluğu, yeni sürecin proleter karakterli bir kollektif aksiyonun belirleyiciliğinde şekilleneceğini bize göstermektedir. Bu bağlamda militan kitle mücadelesi ve devrimci zor bütünselliğinde “proleter adalet” temalı bir faaliyet hattının devrim lehine sistemde bir kırılmaya sebebiyet vereceği kanısındayım.
Tr solunun düşük düzey mücadele profilinin en önemli problemi; sistemin üretmiş olduğu kavramlara sarılması ve bu kavramlar üzerinden kendisini “hak” arama mücadelesinin bir neferi olarak görmesidir. Mücadelenin gelişim seyri yönünden esas olan ise hareketin kendi özgün kavramlarını yönelmesi ve bu kavramların pratik içinde somut bir sınıf karşıtlığına tekabül etmesidir. İşte tam da bu noktada burjuva siyasallığının ve bu bağlamda burjuva hukukunun toplumsal muhalefeti dolaylı yoldan tarafsızlaştırsan “adalet-hak vb” söylemine karşı, üreteceğimiz pratikler ile de hayatın içinde somutlayacağımız “proleter adalet” olgusu hem kavramsal hem de pratik politika bağlamında önemli kopuşları beraberinde getirecektir. Bu bağlamda proleter adalet olgusu; sınıfa içkin militan kitle mücadelesini karşıladığı gibi, sınıfta biriken öfkeyi devrimci zor üzerinden örgütleyecek faaliyetin de ana hattını çizecektir. Bu yönde bir önerme; tr solunda adeta bir hastalık haline gelmiş sınıf çalışması-devrimci zor karşıtlığını yıkıcak sınıf çalışması ile devrimci zorun diyalektik bütünlüğünü açığa çıkaracaktır. Bu bağlamda salgın sonrası gelişecek kriz denklemi içinde militan kitle mücadelesi ve devrimci zor bütünselliğinde batı metropollerinde gelişecek bütünlüklü bir “proleter adalet” çalışması önümüzdeki sürecin ana belirleyeni olacaktır.
Sonuç olarak salgın süreci bir kez daha göstermiştir ki; AKP/RTE iktidarı işçi sınıfı ve emekçi halklara açıktan savaş ilan etmiş olup bu savaş kabulümüzdür. Çünkü “Saray” lara savaş açmadan kulübelere barış gelmeyecektir.
Özenç Derin Bademci