İşte kehanet ve kaçınılmaz sonuç: koronavirüs sonrası dünya, en azından II. Dünya Savaşı’nın sona ermesinden bu yana, gördüğümüz veya yaşadığımız ne varsa hepsinden farklı olacak.
COVID-19 hastalığının engellenemeyen yayılmasının bir sonucu olarak –ekonomik yıkım bir yana- yüksek ölü sayısına sahip birçok ülkede ‘eğrinin düzleşmesi’nden bile önce, düşünürler ve filozoflar kendi konforlu karantinalarından bizi bekleyen birçok senaryo hakkında spekülasyon yapmaya başladılar.
Foreign Policy dergisi “Koronavirüs Pandemisinden Sonra Dünya Nasıl Olacak?” başlıklı makalesinde yaptığı analizde, koronavirüsün yarattığı tahribatın “Berlin Duvarı’nın yıkılması ya da Lehman Kardeşler’in düşüşü” kadar önemli olacağını yazdı.
Büyük gazeteler ve basın yayın organları, koronavirüs sonrası bazı olasılıkları resmetmeye çalışmak amacıyla sürüye uyarken Foreign Policy, her biri geleceğe dair kendi fikrini sunan on iki düşünürün görüşlerini aldı.
Stephen M. Walt, “COVID-19’un daha az açık, daha az müreffeh ve daha az özgür bir dünya yaratacağı” sonucuna vardı.
Robin Niblett, “dünyanın, 21. yüzyılın başlarını tarifleyen, karşılıklı yarar sağlayan küreselleşme fikrine geri dönmesinin pek olası olmadığını” yazdı.
‘Karşılıklı yarar’, birçok küçük ve fakir ülke tarafından kolayca itiraz edilebilecek bir iddia olduğu için tamamen farklı bir makalede konu olmayı hak eden bir ifade.
Öyle bile olsa küreselleşme, bu on iki düşünürden çoğunun odak noktası, ancak önemli bir tartışma konusu küreselleşmenin mevcut haliyle yerinde kalıp kalamayacağı, tamamen yeniden tanımlanıp tanımlanmayacağı veya bir kenara atılıp atılmayacağı.
Kishore Mahbubani şöyle yazmış: “COVID-19 salgını küresel ekonomik yönleri temelden değiştirmeyecek. Sadece daha önce başlamış olan bir değişimi hızlandıracak: ABD merkezli küreselleşmeden daha çok Çin merkezli bir küreselleşmeye geçiş.”
Ve saire…
Politik iktisatçılar COVID-19’un büyük ekonomik eğilimler, küreselleşme ve bunun ortaya çıkaracağı sonucun siyasi iktidar üzerindeki etkisine odaklanırken, çevreciler, dünya nüfusunun büyük çoğunluğunu etkileyen karantinanın, her şeyden önce Dünya gezegeni için çok geç olmayabileceği umudunu dile getirdiler.

Evde kalmak, koronavirüsle başa çıkmak için genel bir tavsiye, peki bir eviniz yoksa ne olacak? – Karikatür [Sabaaneh / MiddleEastMonitor]
Delhi üzerindeki mavi gökyüzünü ve Venedik’in temiz sularını gösteren fotoğraf galerileri eşliğinde bilimsel araştırmalara atıfta bulunan çok sayıda makalede hepsi yaklaşmakta olan ‘değişimin’ çevre için en önemli sonucu ortaya çıkaracağının altını çiziyor.
Alman Die Welt gazetesinde yayınlanan makalesinde Zizek, ‘paradoks’ olarak tanımladığı şeyi ileri sürüyor: COVID-19 ‘kapitalizme bir darbe’ vururken, “aynı zamanda bizi topluma ve bilime güven temelli bir komünizmi yeniden icat etmeye mecbur bırakacaktır.”
İronik bir şekilde, sadece birkaç yıl önce, genellikle ‘ünlü filozof’ olarak anılan Zizek, mültecileri, göçmenleri ve Müslümanları hedef alan etnosantrik bir söylemi savunmuştu.
Zizek, “Onlarla (savaştan mağduru ve Avrupa’ya sığınan mülteciler kastediliyor) gerçekten konuşursanız hepimizin aynı insanlar olduğumuzu keşfedersiniz, insancıl söylemini asla sevmedim” diyor ‘Mülteciler, Terör ve Komşularla Diğer Sorunlar’ kitabında. “Hayır, aynı değiliz – temel farklılıklarımız var.”
Annalisa Merelli, Zizek’in kitabını tartıştığı Quartz’da yayınlanan makalesinde şöyle diyor: “2015’de Paris’te gerçekleşen terörist saldırıların ardından Zizek, liberallerin farklı kültürlerden insanları Avrupa’ya kabul etmekten kaynaklanan sorunların açık bir şekilde tartışılmasını engelleyen ve özellikle mültecilerin neden olduğu herhangi bir kamu güvenliği tehlikesini reddeden tabuları bırakmaları gerektiği konusunda uyardı.”
Bu sözde ‘Marksist Filozof’ daha da ileri giderek Hıristiyan teolojisinden “komşunuzu kendiniz gibi sevin” sloganının göründüğü kadar basit olmadığını anlatıyor ve solcu çevrelerin “İslam’ın herhangi bir eleştirisi” için iddia ettiği ‘yasağı’ eleştiriyor.
Zizek, en az bir yüzyıldır Ortadoğu krizinde Batı emperyalizminin, sömürgeciliğin ve ekonomik hakimiyet savaşların ana tetikleyiciler olduğunu rahatlıkla atlayarak “Mültecilerin çoğunun Batı Avrupa insan hakları kavramlarıyla bağdaşmayan bir kültürden geldiği basit bir gerçektir” diye yazıyor.
Zizek’in komünizmin alışılmadık şekilde ‘yeniden icat edilmesi’ görüşünün, ‘küresel ekonominin’ hastalıklarını değil – onun da rahatlıkla önerdiği gibi- savaş güdümlü Batı hegemonyası ve neo-sömürgeciliğin bedelini ödeyen milyonlarca mülteciyi dışladığı varsayılabilir.
Zizek’in bu rahatsız edici fikirlerine görüntüde orantısız vurgu yapmamız yalnızca, “ünlü felsefesinin” sadece bu bağlamda işe yaramadığını göstermek için değil, aynı zamanda savaş, ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve popülist merkezli aşırı sağ ideolojiler tarafından engellenen, toplumda eşitlikçi değişimin mekaniği üzerine gerçekten acilen yapılması gerekilen bir tartışmadan uzaklaştığını da göstermek için.
Gerçekte, analistler doğru göstergelerle (teknolojik ilerleme, ihracat, kur değerleri ve hava kalitesi) karşı karşıya kaldıklarında küreselleşmenin veya hava kirliliğinin geleceğini tahmin etmeleri çok daha kolay.
Fakat toplumun yeniden icat edilmesinden bahsetmek, üstelik güven bu kadar azalmışken, özellikle de sözde entelektüellerin toplumun günlük imtihanlarından neredeyse tamamen uzaklaştığı bu ortamda, entelektüel varsayımlarda bulunmakla aynı anlama gelmektedir.
Önümüzde duran birkaç “gelecek” analizinin çoğundaki sorun, tahminlerden çok azının geçmişimizi rahatsız eden ve günümüze zarar veren sorunların dürüst bir incelemesine dayanması.
Peki, bizi küresel krizin bu kasvetli noktasına götüren problemlerle gerçekten ve dürüst bir şekilde yüzleşmezsek ve bu sorunları çözmezsek, gelecek için ve bunun gibi birçok zorluğa karşı daha iyi bir anlayışı ve uygun cevabı nasıl planlayabiliriz?
Hemfikiriz. Gelecek değişime neden olacak. Olmalı. Olmak zorunda. Çünkü basitçe söylemek gerekirse statüko sürdürülemez. Çünkü Yemen, Libya, Suriye ve Afganistan’daki savaşların; İsrail’in Filistin işgalinin; Afrika ve Güney Amerika’nın insanlıktan çıkarılması ve ekonomik boğulmanın gündelik bir olay haline gelmesine izin verilmemelidir.
Ancak bu daha iyi, daha adil gelecek için anlayışımız, sıkıntılı dünyamız, kendimiz ve başkaların tarihsel olarak geçerli, ideolojik olarak savunulabilir ve insancıl olan bir bakış açısında yer almalıdır, ana akım Batılı iktisatçıların ya da ünlü filozofların bağımsız ve hissizleşmiş görüşleri içine değil.

Koronavirüs tüm dünyayı etkiliyor, bu bizi birleştirecek mi? – Karikatür [Sabaaneh/MiddleEastMonitor]
Zizek ve benzerleri Avrupa ve Hıristiyanlığın etnosantrik görüşünü benimserken nasıl oluyor da hala “komünist” olarak görülüyor gerçekten garip. Dünya sınıf mücadelelerinin merkeziyetini ve tarihini kabul etmeyen bu ideoloji ne tuhaf bir komünizm türü böyle?
Marksist sınıf mücadelesini daha geniş ve daha küresel terimler içine yerleştireceksek, ki bu uygun ve savunulabilir, o zaman sömürgeleştirilmiş ve tarihsel olarak ezilen Güney yarımkürede alt sınıfları oluştururken, Batılı güçlerin tarihsel olarak yönetici sınıfları temsil ettiğini farz edelim.
“Tarihin motoru”nu harekete geçiren bu baskı, gasp ve köleleştirme dinamiğidir. -Marksist tarihin, maddi üretim sistemi içindeki iç çelişkiler tarafından ileri sürüldüğü düşüncesi.
Bir pandemi salgınının kendi başına kendiliğinden ve kaçınılmaz olarak değişim getirip üretebileceğini ve böyle romantik bir değişimin yerel toplumsal yapılarda veya küresel düzeyde sezgisel olarak alt sınıfları destekleyeceğini varsaymak fazla naif olacaktır.
Mevcut krizin temelde – ister ekonomik ister sağlık sistemi içinde olsun- İtalyan anti-faşist entelektüel ve politikacı Antonio Gramsci’nin ‘fetret’ olarak adlandırdığı şeye dayanan, kapitalist sistemdeki sayısız fay hattına kadar takip edilebilen yapısal bir kriz olduğu inkar edilemez.
‘Hapishane Defterleri’nde Gramsci şöyle diyor: “Kriz tam olarak eskinin ölmesi ve yeninin doğamamasına dayanmakta. Bu fetret döneminde çok çeşitli hastalıklı semptomlar ortaya çıkar.”
‘Çeşitli hastalıklı semptomlar’ son yirmi yıldır, yaklaşık bir asırdır kendi çıkarlarını sürdürmek için dünyayı şekillendiren kapitalist Batılı güçler tarafından çok özenle inşa edilen çok küresel bir sistemin, yavaşlama olmasa da, kademeli olarak bozulmasıyla ifade ediliyor.
1980’lerin sonlarında Sovyetler Birliği’nin çöküşü, tartışmasız olarak, katıksız militarist ve pişmanlık duymayan kapitalist yepyeni bir dünyaya yol açacaktı. Ancak, bunların çok azı olabildi. İlk ABD’nin sebep olduğu Irak askeri macerası (1990-91), paralel ‘yeni dünya düzeni’ ve müteakip ‘Yeni Ortadoğu’ vb. sonuç olarak boşa çıktı.
Askeri ve teknolojik üstünlüğünü sahada sürdürülebilir hâkimiyete çevirememesinden ötürü hayal kırıklığına uğramış olan ABD ve onun Batı müttefikleri beklenenden çok daha hızlı bir şekilde ayrıldılar. Barack Obama yönetiminin ‘Pivot to Asia’ stratejisi ile birlikte, -petrol zengini Ortadoğu’dan askeri geri çekilme- , ne kadar cenkçi ve mantıksız olsa da, hiçbir ABD yönetiminin muhtemelen duramayacağı kaçınılmaz bir düşüş sürecinin sadece başlangıcıydı.
Bir zamanların muzaffer kapitalist düzeniyle karşı karşıya kalan amansız krizlerden önce büyük ölçüde çaresiz olan baskın Batı kurumları, Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) ve Avrupa Birliği (AB) benzerleri, işe yaramaz ve işlevsiz kaldı. Burada, koronavirüs sonrası dünyanın, AB’nin arkasındaki fikri daha da zayıflatacağını varsaymak için hiçbir kehanete gerek yok. İlginçtir ki, şaşırtıcı olmasa da, Avrupa’nın en büyük krizi olan II. Dünya Savaşı’ndan bu yana ‘Avrupa topluluğu’ bir saçmalık haline geldi, çünkü İtalya ve İspanya’ya yardım eli uzatan Çin ve Küba’ydı, Almanya, Fransa veya Hollanda değil.
Ekonomik küreselleşmeyi savunanlarla ve katılmayı reddedip alaya alan tereddütlü ülkelerin güçlerinin şu anda bir tür egemenlik, tecrit ve milliyetçiliği savunanlarla aynı olması oldukça ironik.
İşte bu kesinlikle Gramsci’nin bahsettiği ‘fetret’. Bununla birlikte, bu siyasi boşluğun tek başına hüsnükuruntuyla doldurulabileceği kabul edilmemelidir, çünkü gerçek o ki, kalıcı ve sürdürülebilir bir değişim, ancak gelecekteki çatışmaların doğasını ve bu çatışmalara tepki olarak ideolojik ve ahlaki konumumuzu göz önünde bulunduran dikkatli bir süreç sonucuyla olabilir.
Ünlü filozoflar kesinlikle –ne yerel ne de küresel- alt sınıflar adına konuşma yapamaz ve onları temsil edemezler. Bunun yerine ihtiyaç duyulan şey, önümüzdeki tarihsel fırsat ve zorlukların farkında olması gereken ezilen toplumların gerçek temsilcileri (dayanışma ile birlik olmuş azınlıklar, ezilen halklar) tarafından desteklenen bir “kültürel hegemonya”dır.
Farklı bir fetret semptomu da kitlelerin geleneksel ideolojilere karşı sergilediği aşikar kayıtsızlıktır – koronavirüsün patlak vermesinden çok daha önce başlayan bir süreç bu.

Bir grup gönüllü genç, koronavirüs (Covid-19) pandemik önlemlerinin bir parçası olarak Cold River Camp’de dezenfeksiyon çalışmaları yürütüyor, 29 Mart 2020, Gazze, Khan Yunis. (Mustafa Hassona – Anadolu Ajansı)
“Eğer egemen sınıf fikir birliğini kaybetmişse, artık yönetici değil de sadece egemen sınıf halini almışsa ve artık yalnızca zorlayıcı güç uyguluyorsa, bu büyük kitlelerin geleneksel ideolojilerden koptuğu ve artık daha önce inandıklarına inanmadıkları anlamına gelir.” diye yazmış Gramsci.
Kuşkusuz, askeri diktatörlüklerin (Mısır örneğinde olduğu gibi) ve aşırı sağ popülizmin (ABD, çeşitli Batı ülkeleri, Hindistan ve benzeri gibi) yükselmesi nedeniyle tüm dünyada gerçek demokratik temsil ile ilgili bir sorun var.
Tüm bunları göz önünde bulundurarak, sadece “insanlara ve bilime güvenmek” – Zizek tarafından rahatsız edici bir şekilde tarif edildiği gibi – ne “komünizmi yeniden icat” edecek, demokrasiyi eski haline getirecek ne de kaynakları bütün sınıflar arasında adil ve eşit bir şekilde yeniden dağıtacaktır. Ve söylemeye bile gerek yok, İsrail işgalini ve dünya çapında mülteci krizini insanca sona erdirmeyecek.
Aslında doğrusu tam tersi. Koronavirüsün yayılmasını kontrol altına almaya çalışma kapsamında, bazı hükümetler Macaristan ve İsrail’de olduğu gibi, sadece iktidarlarını güçlendirmeyi amaçlayan otoriter önlemler aldı.
Macaristan ve İsrail, koronavirüsün yayılmasından önce de yüksek demokratik standartlara göre yönetilmemiştir. Bununla birlikte, zorlukla anlaşılan bir hastalığın yüksek ölüm oranından kaynaklanan kolektif panik, otoriter rejimlerin anı yakalamalarına ve kendi toplumlarında demokrasinin herhangi bir benzerini daha da yıpratmak için gerekli olan kolektif “şok” -Naomi Klein’ın ‘Şok Doktrini’ konusuna bakın- olarak hizmet etti.
Her küresel krizin ardından, analistler, askeri stratejistler ve filozoflar sismik değişimler üzerine kehanetler sunmak ve paradigma değişimlerinden bahsetmek için mevcut olan her türlü platformu üstlenirler. Hatta bazıları “tarihin sonu”, “medeniyetler çatışmaları” ya da Zizek örneğinde olduğu gibi yeni bir komünizm biçimi ilan edecek kadar ileri gider.
Fransız eleştirmen ve gazeteci Jean-Baptiste Alphonse Karr (Kasım 1808), bir zamanlar “ne kadar çok şey değişirse, bir o kadar aynı şey olmaya devam ettiklerini” yazmış.
Gerçekten de insanlar, hareketli bir değişim biçimi olmadan, statükosunu, egemenliğini, kültürel hegemonyasını ve demokratik olmayan iktidar iddiasını geri yükleyerek kendini sürekli olarak yeniden yaratıyor gibi görünüyor.
İnkar edilemez bir şekilde, koronavirüs salgınının patlak vermesiyle davet edilen küresel kriz, içindeki temel değişim veya hiç değişiklik yapmama (daha fazla eşitlik veya daha fazla otoriterizme doğru) fırsatını somutlaştırıyor.
Bizler, insanlar ve gerçek sahici seslerimiz -ünlü filozoflar, ‘organik entelektüeller’ değil- demokrasimizi geri kazanma ve etnosantrik olmayan adil olan dünya çapında bir yeni söylemi yeniden tanımlama hakkına ve ahlaki meşruiyete sahibiz.
Ya bu seçeneği hayata geçiririz, ya da şu anki “fetret” kaçırılan bir başka fırsata dönüşür.
[Ramzy Baroud’un Middle East Monitor’da 23 Nisan 2020 tarihinde yayınlanan yazısıdır.]
Çeviri: Zeynep Aziz