Önceki yazıda kısaca değindiğimiz “tarihin sonu” adlı makalesiyle tanınan Francis Fukuyama’nın bu tezi hiç şüphe yok ki dönemin özel koşulları içerisinde ele alınıp değerlendirildiğinde kapitalistler açısından bir anlam ifade ediyordu. Çünkü Fukuyama esas olarak Sovyetler Birliği’nin yıkılışı ve kapitalizmin “nihai zaferi” üzerine kurmuştu bu tezini. ABD önderliğindeki emperyalist-kapitalist batı sosyalizme karşı yıllardır sürdürdüğü soğuk savaşı kazanmıştı. Bu moral üstünlükle tüm dünyaya kan kusturan katillerin kapitalizmi, Sovyetlerden boşalan tüm alanlara vakit geçirmeden girerek adeta tüm dünya halklarının kanlarını emen ceberut saldırganlıklarını olanca gücüyle arttırdılar. Sovyetlerin varlığı yıllarında böyle bir cesareti gösterecek güçleri yoktu ve bu dolayımla dünya halkları ve işçi sınıfı nefes alabiliyorlardı.
2008 mali kriziyle birlikte giderek derinleşen ekonomik ve siyasi kırılmalar Fukuyama’nın da bu gelişmeler ve akabinde gerçekleşmesi mümkün değişimlere gözlerini kapatamayacağını görmüş olmalıydı ki, ”tarihin sonu”nun sonunun geldiğini ifade etmek zorunda kaldı. Son kitabında yazdığı gibi, neo-liberal saldırılar sonucu başta ABD olmak üzere tüm dünyada halklar arasında giderek yaygınlaşan bir memnuniyetsizlik dalgası, insanlık dışı kötü yaşam koşullarına karşı giderek derinleşen bir öfke ile neo-liberal düzene karşı bir ayaklanmalar dönemine girmenin kaçınılmazlığı üzerine yazmıştı. Çünkü esasen sonu gelen kapitalizmin ‚demokrasi çağı’ idi. Kapitalizmin tarihi boyunca hiçbir dönemde bu kadar büyük nicel bir çoğunluğa ulaşamamış olan işçi sınıfı, aynı zamanda tarihte hiç olmadığı kadar az ‚temsil edilir’ hale gelmişti. İşte bu gerçekler tarihsel referanslarımızda yıllardır yer tutsa da, ya unutulmaya başlamış yada kendi sağından ve sınıf düşmanı burjuvaziden medet umarak, onun sorunlarına çözümler ararken buluyor kendini.
Sınıf savaşları tarihine ve marksist-leninist referanslarımız, hali hazırdaki gelişmelerin sürpriz olmadığını, aksine kapitalizmin yapısal durumunun doğal sonuçları olduğunu göstermektedir.
Bugünlerde 150. Doğum gününü kutladığımız dünya sosyalist hareketlerinin önderi Lenin, ‚Emperyalizm, kapitalizmin en yüksek aşaması’ kitabında günümüz kapitalist dünyasının gerçekliğini o günlerden görmüş ve formüle etmiştir. Lenin, emperyalizmi, “kapitalizmin tekelci aşaması” olarak ifade ederken özetle nasıl gelişmelerin olacağını şöyle sıralamıştı;
“Üretimde ve sermayedeki yoğunlaşma öyle yüksek bir aşamasına ulaşmıştır ki, bu yoğunlaşma ekonomik hayatı belirleyecek tekelleri yaratmıştır. Banka ve sanayi sermayeleri iç içe geçip mali sermaye üzerinden mali oligarşiyi yaratmıştır. Artık sadece meta değil, bir ihraç malzemesi olarak sermaye büyük bir önem kazanmıştır. Bunlarla birlikte dünyayı aralarında paylaşan tekelci kapitalist birlikler kurmuşlardır.”
Yaklaşmakta olan kriz bir petrol yada mali kriz olmaktan öte, kapitalizmin yapısal krizidir. Bu kriz görünenin aksine oldukça çok boyutlu bir kriz olmakla birlikte görülüyor ki, mevcut finansal birikim modeli artık sürdürülebilir değil. Öyle çok yönlü göstergelere sahip ki, ekonomiden ekolojiye, toplumsal kültürel değerlerden politikaya hemen her zemine sirayet etmiş durumda. Lenin’in formüle ettiği öngörülerde de yer bulduğu üzere, bugün adına neoliberal küreselleşme dedikleri, dünya ölçeğinde zenginlerle yoksullar arasındaki uçurumu daha da derinleştirdiler. O kadar fazla mal ürettiler ki, artık satamaz hale geldikleri için sermayeyi finans alanına kaydırarak, manüplasyonlarla parayla para kazanmaya başladılar. Tabi bunun içinde biraz önce belirttiğimiz gibi balonun daha da şişmesi kaçınılmazdı.
Kapitalizmin soğuk savaş öncesi son büyük krizi olan 1929 büyük buhranı, ABD’den bankalar aracılığıyla tüm dünyaya yayılıp, artık dünyanın hiçbir şekilde eskisi gibi olmayacağını göstermişti. Bir çoklarımızın da bildiği üzere bu krizin ardından Hitler ve Mussoli’ni gibi dünya halklarının başına bela olmuş faşizmin doğmasında ve faşist iktidarlar aracılığıyla dünyayı yeniden paylaşım savaşları ve aynı zamanda işçi sınıfı iktidarlarını yok etmeye yönelik savaşların belirleyici ön etkenlerinden olmuştur.
Dünya halklarının ve işçi sınıfının yegane düşmanı Kapitalizm tıpkı 2008 krizini bir biçimde erteleyebildiği gibi 2020 krizini de ertelemeyi başarabilecek mi, yoksa bu defa daha sert bir düşüşle dünya proletaryasına 2008’den daha ağır bedeller mi yükleyecekler?
Her kriz döneminde olduğu gibi önümüzdeki yıl yada yıllarda büyüyerek etki alanını genişletecek olan 2020 krizi işçi sınıfına daha fazla işsizlik, yoksulluk, zulüm ve bizzat ölüm tehlikesi getireceği artık gün gibi ortada. Bunun ilk izleri Covid-19 dolayımıyla sadece Latin Amerika ülkelerinde yaklaşık 14 milyon, ABD’de 10 milyon insanın daha şimdiden işlerini kaybetmesiyle görülmeye başlandı.
2008 mali ve sistem krizi, ABD’de bankaların düşük gelirli insanları borçlandırmak yoluyla verdikleri Mortgage kredilerinin patlaması sonucu ortaya çıkıp tüm dünyayı vuran bir krizdi. Krize çözüm bulabilmek, en azından öteleyebilmek için merkez bankaları trilyonlarca dolar para bastılar. Dolayısıyla kriz döneminde dünya kapitalistlerinin paylaştıkları pasta küçülmüş, sermaye daha dar bir burjuva kliğinin elinde toplanmıştı. Emperyalist-kapitalizminin merkezi güçleri bu krizle dünya halkları ve proletaryasının omuzlarına çok daha ağır yükler yüklerken, diğer yandan krizden çıkmak ve hatta krizi fırsata çevirmek isteyen bir takım haydutlar ise yatırım merkezlerini değiştirmeye, daha ucuz iş gücünün olduğu ülkelere yatırım yapmaya başladılar. Bu vesileyle ABD merkezli batı sermayesi giderek asya hattına kaymaya başlamış oldu. Hatırlanacağı üzere Trump’ın seçim vaatlerinden biri de bu dışarı giden sermayeyi yeniden ABD topraklarına getirmekti.
ABD 2008 kriziyle birlikte üretimdeki liderliğini Çin’e kaptırmış ve siyasi liderliğini de kaybetme kaygısıyla karşı karşıya kalmıştır. Sınır ötesi üretici firmalar maliyet ucuzluğu nedeniyle Çin’e taşınmıştır. Apple bunlara verilebilecek en iyi örneklerden biridir. Artık birçok firma üretim ve üretim tedarikleri için Çin’e daha fazla bağımlı hale gelmiştir. Diğer yanda ise teknolojiye yaptığı yatırım ile Çin, dünyanın teknoloji devlerinden biri olmuştur. Huawei Çin’li teknoloji devlerine verilecek en tanınmış örnektir ve dünyanın bir numaralı internet altyapısı üreticisi haline gelmiştir. Bütün bu sebeplerden dolayı ABD yönetimi Çin’e karşı ekonomik savaş açmıştır. Bu vesileyle Çin’e karşı ilk yaptırım 2018’de Amerikan yerli üreticilerini ‚korumak’ için çelik ürünlerine konulan gümrük vergilerini artırmakla başladılar. Tabi Çin artık eski Çin değildi ve ABD’ye aynı ağırlıkta karşılık verebildi. Gümrük vergilerine karşılıklı olarak getirilen bu ekstra bedeller ‚ticaret savaşları’ olarak anılmaya başladılar.
İşte tam da ticaret savaşlarının başladığı ve ekonominin giderek artan hızda çökmeye başladığı bir dönemde Corona virüs salgını ortaya çıktı. ABD ve İngiltere’nin başını çektiği batı başlarda virüsü ‚Çin virüsü’ diye adlandırarak Çin’e karşı çeşitli düzeylerde karalama girişimleriyle durumdan ne kadar memnun olduklarını utanmazca açıkladılar. Fakat Çin yönetimi aldığı kesin önlemlerle -batı bu önlemleri kişisel hak ve özgürlüklere saldırı diye nitelemişti- salgını kontrol altına almaya başardı. Çin ve İran’daki salgın ve ölümleri adeta alkışlayan batı, sıra dalga dalga kendilerine gelince ve önce Avrupa ardından ABD salgının yeni merkezleri olunca işin ciddiyetini anladılar. Bugün itibariyle ABD’deki vaka sayısı bir milyonu ölümler 50.000’i aştı. ‚Rüyalar ülkesi’, dünyanın süper gücü ABD şimdi hem corona virüsü ve hemde giderek derinleşen mali krizin pençesinde Amerikan işçi sınıfına daha da karanlık bir gelecek hazırlamak için kolları çoktan sıvadı.
ABD’de salgından dolayı sadece iki haftada milyonlarca insan işini kaybetti ve yaklaşık 8 milyon insan işsizlik yardımına başvurdu. Dünyanın en büyük uçak, helikopter üreticisi Boing tüm üretimlerini durdurmak zorunda kaldı ve Teksas petrollerinin varil fiyatı tarihte ilk kez 0 doların altına düştü. Tüm dünya borsaları tarihi düşüşlerini yaşamaya devam ediyor.
2008 krizindeki domino etkisi henüz başlamasa da kısa sürede tüm dünya ülkelerinin kapısına dayanacaktır. 2008 krizinde olduğu gibi 2020’de de merkez bankaları sınırsız-karşılıksız para basma kararlarını almaya başladılar. Yatırımları yeniden artırabilmek için faizler sıfıra çekilmeye, insanlar yeniden ve yeniden borçlandırılmak için çalışmalar derhal başlatıldı. Kısacası kapitalizmin balonu şişmeye devam ediyor ve patlama anına her geçen gün bir adım daha yaklaşıyor.
Hal böyle olunca kapitalistler ekonominin sağlığına halkın sağlığından daha fazla önem verdiklerini ve korona virüs salgını için açıkladıkları bütçelerin yaklaşık yüzde 70’ini bankalar başta olmak üzere büyük firmalara aktardıklarını utanmazca ilan ettiler. Onlar için kapitalizmin her koşulda devam etmesi insan sağlığından çok daha önce geliyor. Artık bunu dünyada çok daha fazla insan doğrudan görebiliyor.
Diğer yanda ise Avrupa Birliği salgın ve kapıdaki krize karşı ardı arkası gelmeyen “önlemler” açıklıyor. Salgının Avrupa’daki ilk merkezi İtalya Avrupa birliği ülkelerinin yardım etmeleri için adeta yalvardı. Ama dünyaya yepyeni bir ‚dayanışma’ kültürü getirdiği propagandası yapan AB, üyesi İtalya’ya sırtını döndü. İtalyanın eski başbakanı Salvini ‚Avrupa Birliğinden nefret ediyor ve tiksiniyorum. Birlikten ziyade çakallar ve yılanlar mağarası’ sözleriyle tepki göstermişti. İtalyanın yanı sıra Sırbistan gibi başka bir dizi ülkenin yardım talepleri de AB tarafından karşılıksız kaldı. Bütün bu yardıma muhtaç ülkelere doktor, tıbbi bilgi ve donanımlarıyla sosyalist Küba ve tıbbi yardım malzemeleriyle Çin’den başkası yardım etmedi.
Yani görüldüğü gibi dünyanın bütün kapitalist merkezleri için her koşul ve zamanda ilk öncelik kendi ekonomik ve siyasi sağlıkları ve güvenlikleri. Son günlerde AB yeni vergilendirmeler getirmenin kaçınılmaz göründüğü yönünde açıklamalar yapmaya başladı. Bu demek oluyor ki, işçi sınıfının üzerine yeni ağır vergiler karabasan gibi çökecek.
Korona virüs salgını vesilesiyle gelmesi kaçınılmaz olan mali kriz emperyalist-kapitalizmin kapıya dayanmış oldu. Bu krizin 1929 büyük buhranından daha büyük zararlara gebe olduğu bizzat kapitalizmin sözcüleri tarafından defalarca söylendi. Salgın ve dolayımıyla gelişi hızlanmış olan krizden sonra nasıl bir dünya gerçekliğiyle karşılaşacağımız sanırım dünyadaki yüz milyonlarca insan tarafından merak konusu. İnsanlar dünyanın dört bir yanında hayatın ne zaman ve nasıl normale döneceği sorusuyla meşgul durumda.
Lenin’in “Emperyalizm, kapitalizmin en yüksek aşaması” kitabında defalarca tekrar ettiği gerçek, yukarıda açıkladığımız reel gerçeklerin üretim ilişkilerinin değişmediği günümüzde hala karşımızda durmaya devam ettiğinin ispatıdır.
Birçok yazında gördüğümüz sağ sapma yaklaşımlarla ‚Lenin ve tezleri artık tarih oldu’, “Marx’mı kaldı” türünden akıl tutulmaları, günümüz dünya sosyalist hareketlerinin büyük kısmı içinde kendi sağından ve hatta burjuvaziden medet ummayı alışkanlık ve hatta nihai hedef haline getirmiş durumdalar.
Marx, Kapital’i yazdığı sırada, serbest rekabet, iktisatçıların büyük bir kısmı tarafından, bir doğa yasası gibi kabul ediliyordu. Kapitalizmin teorik ve tarihsel bir tahlilini yaparak, serbest rekabetin üretimin yoğunlaşmasına yol açtığı, bunun ise, belirli bir gelişme aşamasında, tekelciliğe götürdüğünü yazmıştı Marks. Bugünün dünyasında tekel bir gerçek olarak ortadadır. Tarih olan Marks’mı, Lenin’mi? yoksa artık sosyalizme inanmaktan vazgeçmiş ama bunu itiraf etmeyi bir türlü içine sindiremeyen reformist-liberaller mi?
Vakit unuttuğumuz yada unutturulan özümüzü, marksist-leninist değerlerimizi yeniden hatırlama, yeniden sıkı sıkıya sarılma ve kapitalizmin vahşi, insanlık ve doğa karşıtı saldırılarına karşı örgütlü mücadelelerimizi büyütme vaktidir…